Convention Relating to the Status of Refugees

Adopted on 28 July 1951 by the United Nations Conference of Plenipotentiaries on the Status of Refugees and Stateless Persons convened under General Assembly resolution 429 (V) of 14 December 1950
Entry into force: 22 April 1954, in accordance with article 43

Preamble
The High Contracting Parties,
Considering that the Charter of the United Nations and the Universal Declaration of Human Rights approved on 10 December 1948 by the General Assembly have affirmed the principle that human beings shall enjoy fundamental rights and freedoms without discrimination,
Considering that the United Nations has, on various occasions, manifested its profound concern for refugees and endeavoured to assure refugees the widest possible exercise of these fundamental rights and freedoms,
Considering that it is desirable to revise and consolidate previous international agreements relating to the status of refugees and to extend the scope of and the protection accorded by such instruments by means of a new agreement,
Considering that the grant of asylum may place unduly heavy burdens on certain countries, and that a satisfactory solution of a problem of which the United Nations has recognized the international scope and nature cannot therefore be achieved without international co-operation,
Expressing the wish that all States, recognizing the social and humanitarian nature of the problem of refugees, will do everything within their power to prevent this problem from becoming a cause of tension between States,
Noting that the United Nations High Commissioner for Refugees is charged with the task of supervising international conventions providing for the protection of refugees, and recognizing that the effective co-ordination of measures taken to deal with this problem will depend upon the co-operation of States with the High Commissioner,
Have agreed as follows:

The Colonizer Turkish Dervishes and Zawiyas During Conquest Periods

Selçuk-Bizans hudutlarında yaşayan bir uç beyliğinin, diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihle, pek kısa bir zaman içinde tarihin seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline girivermesi hâdisesi, son zamanlara kadar birçok malûmları noksan bir muadele şeklinde vazedildiği veyahut Türk ırkının tarihî varlığı hakkında mevcut ve an’ane halinde müesses dar ve kısır noktai nazarlara esir kalındığı için, içinden çıkılmaz bir mesele teşkil etmekte idi.
Filhakika, koskoca bir imparatorluğun kuruluşu nev’inden muazzam bir hâdise, bizde uzun zaman, sadece Padişahların dirayet ve şecaati veya Allah’ın bu saltanatın kurucularına karşı gösterdiği lütuf ve inayet ile izah edilmek istenilmiştir. İlk Osmanlı membalarında kaydedilmiş görülen Sultan Osman’ın rüyası, mucize nevinden vukua gelen bu hâdisenin izahını ancak ilâhî takdir ile yapmak mümkün olduğuna inanışın bir ifadesidir.
Bu işin izah edilmesi matlup bir mesele teşkil ettiğinin farkına varan daha yeni ve ecnebi tarihçiler ise; Türkler hakkında tetkik edilmeden kabul edilmiş batıl itikatları kafalarına koymuş olmalarından ve meseleyi muhtelif cephelerden ve/daha geniş kadrolar içinde mütalaa etmeğe hazırlıkları ve ellerinde mevcut malzeme kâfi gelmediğinden içinden çıkılmaz faraziyelerle tarihî hakikati tahrif etmeğe mecbur kalmışlardır. Meselâ, henüz son zamanlarda bu meseleyi tetkik etmiş bulunan Gibbons gibi müelliflere göre; Osmanlılarla Asya insan kaynakları arasındaki muvasalanın rakib civar beylikler tarafından kesilmiş olması lâzım geldiğinden, bu devletin kurulması için lüzumlu unsurlar ancak yerli Rumlar arasından tedarik edilebilirdi. Bu görüş tarzına nazaran yeni İslâm olmuş Türklerle İslâmlaşan Rumlardan hasıl olan Osmanlı milleti faraziyesi, bütün müşkülleri hal ile lâzım gelen izahın anahtarını vermiş oluyordu. Bu suretle Türkler, ancak bu sayede yeni ve büyük bir devleti kurmak için lâzım gelen idarecileri, imparatorluk harblerinde kan dökecek askeri bulmuş ve Osmanlı imparatorluğunu Osmanlılaşmış Rumlar ve Bizans’ta gördükleri teşkilât ile kurmuş oluyorlardı.

Transformation of Knowledge and Sacred from Premodern to Postmodern: The Sacred Perception of Narcissist Self

Abstract: To clarify the concept of the self, it is necessary to consider the term in two periods as premodern and postmodern. The transformation realized in the essence of the “information” by modern thought, changed initially the perception of the self and then inevitably the perception of sacred. The sacred knowledge (scentia sacra) which had a central place in traditional thought entitled self to exist only in divine intelligence (intellect) and the tradition regarded the self as the personality which must be disciplined. However, modern thought made a separation between the self that knows and the self that is known, and desacralized the information by shifting the center of the information from divine to the human one. The thought about the relativity of the truth which based on idea of the inaccessibility of the truth was born in postmodern times as a reaction to the perception of the one dimensional and imposing truth of modernism, which once replaced the traditional conception of multi layered truth. That postmodern thought is the most important factor in the emergence of the narcissist self.

Keywords: Knowledge, Self, Narcissist Self, Sacred, Scentia Sacra.

Premodern’den Postmodern’e Benliğin ve Kutsalın Dönüşümü: Narsisist Benliğin Kutsal Algısı

Özet: Benlik kavramını, vülgarize ederek söylemek gerekirse, modern öncesi ve sonrası olmak üzere ayırmak gerekir. Modern düşüncenin “bilgi”nin mahiyeti üzerinde meydana getirmiş olduğu dönüşüm öncelikle benlik algısını ve kaçınılmaz olarak kutsal algısını değiştirmiştir. Geleneğin içinde merkezi konuma sahip olan “kutsal bilgi” (scentia sacra) benliğe, ancak “Külli akl” (intellect) ile varlık sahası tanımış ve benliği terbiye edilmesi gereken “nefs” olarak görmüştü. Modern düşünce ise “bilen” ve “bilinen” benlik ayrımını yaparak bilginin merkezini ilahi olandan beşeri olana taşıyarak bilginin “desacralizasyonunu” (kutsallıktan arındırma) temin etmiştir. Geleneğin çok katmanlı hakikat telakkisi yerine geçen modernizmin tek boyutlu ve dayatmacı hakikat algısına tepki olarak postmodern zamanlarda hakikatin ulaşılamaz olduğu fikrine dayanan hakikatin izafiliği düşüncesi doğmuştur. Bu postmodern düşünce narsisist benliğin ortaya çıkışında en etkili unsurdur.

Anahtar kelimeler: Bilgi, Benlik, Narsisist benlik, Kutsal, Scentia sacra.

News Ethics and An Analysis of a Political News

Abstract: Debates on ethics in media and journalism has a long-standing history, just as the history of media. Due to the opportunities provided by communication technologies, power, influence and functions of the press and media increase and so that play an instrumental role in maximization of the political and/or financial ambitions of political or economic actors. Hence, debates on news ethics continue forever to be a major issue. This study focuses on ethical issues in the news and more specifically political news; elaborates on a news about the violence that a political party leader faced in Turkey, and analyzes how media (newspapers) from different political views reflected the case. As a result of the study, it has been observed that newspapers presented the event largely according to their political positions and worldviews.

Keywords: Media, News ethics, Media ethics, Objectivity.

Haber Etiği ve Bir Siyasi Haber İncelemesi

Özet: Medyada haber etiği ve habercilik ahlakı tartışmaları, medya tarihi kadar eski bir olgudur. İletişim teknolojisinin sağladığı imkânlarla faaliyet çeşitliliği, etki gücü ve etki alanı hızla artan basın-yayın sektörü, siyasi ve/veya mali hedefler gözeten birer araç olarak artık daha sık kullanılmakta ve ortaya çıkan etik (ve adli) sorunlar, medyada haber etiği tartışmalarının güncel kalması sonucunu doğurmaktadır. Bu çalışmada medyada haber etiği konusu, siyasi bir haber (bir siyasi parti genel başkanına dönük şiddet eylemi haberi) çerçevesinde ele alınmış; olayın farklı siyasi duruşlardaki bazı medya organları (gazeteler) tarafından haberleştirilme biçimi, belirli kıstaslar altında toplanan veriler eşliğinde, haber etiği perspektifiyle ve karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Yapılan inceleme sonuçlarına göre, özellikle bazı gazetelerde söz konusu haberin sunuş biçimi üzerinde medya organlarının siyasi pozisyonlarının etkili olabildiği gözlemlenmiştir.

Anahtar kelimeler: Medya, Haber etiği, Siyasi haber, Basın ahlakı, Tarafsızlık.

From Moral Subject to Citizen: Evolution of the Subject in Kant’s Practical Philosophy

Abstract: In this essay, we will focuse on the conception of “legal subject” that is the one of the main issues of modern philosophy of law. In moderns philosophy of law, the main starting point has been describing legal subject of the modern law and the description of its moral and legal character. That’s why the issue about it has started with moral field included the question of “how people live together morally”. And this discussion has continued to legal field with the question of “how people live together normatively”. Both discussion is base on the conceptions of the freedom, equality, autonomy, rights and legal and political partipication which are always main principles of both moral and law. From this moment Immanuel Kant’s practical philosophy is of the great significant in terms of the discussion. Because Kant established the main principles of law in moral ground and he discussed on the conceptions of freedom, universality and right in this context. That’s why we attempt to seek the main conceptions of moral and law which were took into consideration by Kant. This attempt will assist us to see modern characters of legal subject and to understand the modern law and politics which has been criticised by contemporary theory of law and politics which also included the criticism of democracy.

Keywords: Subject, Individual, Citizenship, Freedom, Equality, Law.

Moral Özneden Yurttaşa: Kant’ın Pratik Felsefesinde Öznenin Evrimi

Özet: Bu makalede modern hukuk felsefesinin temel meselelerinden biri olan hukuksal özne kavramsallaştırmasına odaklanacağız. Modern hukuk felsefesinde, temel başlangıç noktası modern hukukun öznesinin tanımı ve onun moral ve hukuksal karakterinin tasviri olmuştur. Bu nedenle bu konuyla ilgili mesele “insanların ahlaksal biçimde nasıl bir arada yaşayacakları” sorusunu içeren ahlaksal alanda başlar ve “insanların bir arada normatif biçimde nasıl yaşayacakları” sorusuyla hukuk alanında devam eder. Her iki tartışma da hem ahlakın hem de hukukun temel ilkeleri olan özgürlük, eşitlik, otonomi, haklar ve hukuksal-politik katılım kavramlarına dayanır. Bu andan itibaren, Immanuel Kant’ın pratik felsefesi tartışma açısından büyük önem teşkil etmektedir. Çünkü Kant hukukun temel ilkelerini ahlaksal bir temele yerleştirmiş ve evrensellik, özgürlük ve hak kavramlarını bu bağlamda tartışmıştır. Bu yüzden Kant tarafından ele alınmış olan ahlak ve hukukun temel kavramlarını incelemeye çalışacağız. Bu çaba bize hukuksal öznenin modern karakterini aramamızda ve demokrasi eleştirisini de içeren çağdaş hukuk ve politika tarafından eleştirilmekte olan modern hukuk ve politikayı anlamamızda yardımcı olacaktır.

Anahtar kelimeler: Özne, Birey, Yurttaşlık, Özgürlük, Eşitlik, Hukuk.

Cebri veya Mecburi Çalıştırmaya ilişkin Sözleşme (No: 29)

ILO Kabul Tarihi: 6 Haziran 1930
Kanun Tarih ve Sayısı: 23 Ocak 1998 / 4333
Resmi Gazete Yayım Tarihi ve Sayısı: 27 Ocak 1998 / 23243
Bakanlar Kurulu Kararı Tarih ve Sayısı: 25 Mayıs 1998 / 98 – 11225
Resmi Gazete Yayım Tarih ve Sayısı: 23 Haziran 1998 / 23381

Önsöz
Uluslararası Çalışma Örgütü Yönetim Kurulu’nun vaki daveti üzerine 10 Haziran 1930 tarihinde Cenevre’de 14 üncü toplantısını yapan Uluslararası Çalışma Örgütü Genel Konferansı,
Toplantı gündeminin 1’inci maddesine dahil bulunan cebri veya mecburi çalıştırma konusundaki bazı tekliflerin kabulüne ve,
Bu tekliflerin Uluslararası bir Sözleşme şeklini almasına karar verdikten sonra,
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün üyeleri tarafından Uluslararası Çalışma Örgütü’nün statüsü hükümleri gereğince onanmak üzere cebri çalıştırmaya müteallik 1930 tarihli Sözleşme adını taşıyacak olan aşağıdaki Sözleşmeyi bugünkü Yirmisekiz Haziran bin dokuz yüz otuz tarihinde kabul eder.

Convention Concerning Forced or Compulsory Labour (No: 29)

Adoption: Geneva, 14th ILC session – 28 Jun 1930.
Entry into force: 01 May 1932.
Status: Up-to-date instrument (Fundamental Convention).

Preamble
The General Conference of the International Labour Organisation,
Having been convened at Geneva by the Governing Body of the International Labour Office, and having met in its Fourteenth Session on 10 June 1930, and
Having decided upon the adoption of certain proposals with regard to forced or compulsory labour, which is included in the first item on the agenda of the Session, and
Having determined that these proposals shall take the form of an international Convention,

adopts this twenty-eighth day of June of the year one thousand nine hundred and thirty the following Convention, which may be cited as the Forced Labour Convention, 1930, for ratification by the Members of the International Labour Organisation in accordance with the provisions of the Constitution of the International Labour Organisation:

Chinese Media: Towards a Global Model

Abstract: China has been drawing attention both by having emerged after 1991 as an alternative political power in the “uni-polar” world supervised by the U.S and by having become the second largest economy after the crisis of 2008. Despite the economics reforms aimed at transition to the market economy that have transformed China into the “workshop of the world” and created hundreds of multibilionaires, the political sphere has remained intact. While the one-party political structure has been keeping its power, “party-controlled” press has in accordance with the transition to the market economy become “media sector”. Chinese press, which has completely been the statemanaged from the begining of the revolution to 1970s, began to be privatized in 1980s and the private sector has in 2000s had major share in the sector. In spite of widespread private ownership in the sector, Chinese Communist Party has developed specific censor, auto-censor and manipulation instruments in order to retain its authority on the press. Examining the structure, mechanism and dynamics of the Chinese media, the present study tries to understand whether the current situation is the political legacy of the workers state or it results from authoritarian regulations brought about by the transtion to the neoliberal market economy and it will be discussed if China represents a new form of media overseeing regime for the countries that began to embrace “neoliberal authoritarianism”.
Keywords: Chinese media, media policy, freedom of the press, neoliberalism.

Küresel Bir Modele Doğru Çin Medyası

Özet: Çin, 1991 sonrası “tek kutuplu” dünya sahnesine ABD’ye alternatif bir siyasi güç olarak çıkmasıyla ve 2008 krizinin ardından dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelmesiyle dikkatleri üzerine çekmektedir. Maoist bir işçi devletinden, yüzlerce milyarderi olan ve “dünyanın imalathanesi” olarak anılan günümüz Çin’ine uzanan yolda birçok ekonomik reform hayata geçirilmiş, ancak siyaset alanında aynı cüretle bir dönüşüm tercih edilmemiştir. Bu ekonomik reformların sonucu olarak, tek partili iktidar yapısı değişmeden kalsa da, “parti medyası” yerini “medya sektörü”ne bırakmıştır. Devrimin başından 1970’lerin sonuna kadar tamamen parti denetiminde olan Çin medyası, 1980’lerle birlikte özel sektöre açılmış, 2000’lerden itibaren ise özel sektörün ağırlığına geçmiştir. Ancak, sahiplik yapısı itibariyle çoğunluğu özel sektörün elinde olan Çin medyasında, Çin Komünist Partisi, söz sahipliğini elden bırakmamış, sansür, oto-sansür ve manipülasyon araçlarını kullandığı, kendine has bir kontrol sistemi geliştirmiştir. Bu çalışmada, Çin medya sisteminin yapısı, işleyişi ve dinamikleri incelenerek, bu yapının temel dayanağının işçi devleti geçmişinden kalan politik miras mı, yoksa neoliberal ekonomik yönelimin otoriter düzenlemeleri mi olduğu ve Çin medya sisteminin “neoliberal otoriterleşme” rotasına giren ülkeler için bir medya kontrol modeli sunup sunamadığı tartışılacaktır.
Anahtar kelimeler: Çin medyası, medya politikaları, basın özgürlüğü, neoliberalizm.

The Term Public Diplomacy Employed as a Euphemism for Propaganda

Abstract: Similarity and continuity is observed between the widely and frequently used term “propaganda” and the more recent “public diplomacy” – the latter term having seemingly taken the place of the former in today’s world. Public diplomacy is usually defined as a government’s direct communication with the public of another country in an effort to promote its own foreign policy and cultivate the national interests of its country. As for propaganda, this is seen as a form of unilateral communication aimed towards influencing the attitudes of people. However, it is claimed by many that the term public diplomacy is employed as a euphemism for propaganda. After an inspection of the definitions made for these terms, and an analyzation of the acts explained by them, it becomes evident that this kind of evaluation does indeed have an important element of truth to it. It appears that the acts of many countries which were interpreted as propaganda in the past have carried on under the name of public diplomacy today.
Keywords: Public diplomacy, new public diplomacy, cultural diplomacy, propaganda, communication, national interests.

Propaganda için Kullanılan Bir Örtmece Olarak Kamu Diplomasisi Kavramı

Özet: Geçen yüzyılda sıkça ve yaygın biçimde kullanılmış olan propaganda terimi ile günümüzde onun yerini aldığı görülen kamu diplomasisi kavramı arasında bir benzerlik ve devamlılık ilişkisi bulunduğu görülmektedir. Kamu diplomasisi, genellikle, bir hükümetin, yabancı bir ülkenin vatandaş topluluğuyla doğrudan sosyal ilişki ve iletişim kurmak suretiyle ülkesinin dış politikasını yönetmesi ve ulusal çıkarlarını geliştirmesi çabası olarak tanımlanmaktadır. Propaganda ise, insanların düşünce ve faaliyetlerini etkilemek için tek yanlı olarak düzenlenmiş iletişim faaliyeti olarak görülmektedir. Bununla birlikte, birçok bilim adamı, kamu diplomasisi kavramının, zaman içinde gözden düşüp itibarsızlaşmış ve olumsuz çağrışımlarla yüklenmiş propaganda terimi için bir örtmece olarak kullanıldığını ileri sürmektedir. Yapılan tanımlar ve ilgili kavramlarla ifade edilen faaliyetler incelendiğinde, bu tür tespitlerin önemli bir gerçeklik payı içerdiği görülmektedir. Birçok ülkenin, önceden propaganda olarak kabul edilen faaliyetleri günümüzde kamu diplomasisi adı altında yürüttükleri anlaşılmaktadır.
Anahtar kelimeler: Kamu diplomasisi, yeni kamu diplomasisi, kültürel diplomasi, propaganda, iletişim, ulusal çıkarlar.

A Nationalist-Conservative Director in Polish Cinema After the Second World War: Andrzej Wajda

Abstract: This study attempts to review the political view of Andrzej Wajda who is one of the best known film director of Poland cinema. I analyze Wajda’s films, Danton, Les Possedes and Katyn in order to understand his nationalist and conservative attitude. First, I briefly evaluate the meaning of nationalism and conservatism, and then consider his life story and filmography. Yet, I mainly concentrate on those films Danton, Les Possedes and Katyn in the context of the relationship between nationalism and conservatism. Basic argument of the article is that Andrzej Wajda has a nationalist and conservative political tendency which stands against both Nazism and Socialism, and the Enlightenment ideas which to some extend rooted in these ideologies.

Keywords: Andrzej Wajda, Polish cinema, nationalism, conservatism, enlightenment values.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Polonya Sinemasında Milliyetçi Muhafazakâr Bir Yönetmen: Andrzej Wajda

Özet: Bu çalışma Polonya sinemasının dünya çapında ün kazanmış yönetmenlerinden biri olan Andrzej Wajda’nın politik görüşlerini gözden geçirmeyi amaçlamaktadır. Çektiği filmlerle milliyetçi ve muhafazakâr bir tutum benimseyen Andrzej Wajda’nın bakışını anlamak için Danton, Ecinniler ve Katyn isimli filmleri incelenecektir. Wajda’nın politik duruşunu ortaya koyabilmek için önce milliyetçilik ve muhafazakârlık kavramları değerlendirilecek, ardından Wajda’nın hayatı ve filmografisi üzerinde durulacaktır. Esas olarak Danton, Ecinniler ve Katyn filmleri ele alınacaktır. Çalışmanın temel tezi Andrzej Wajda’nın belli ölçüde aydınlanma değerlerini miras alan Nazizm ve sosyalizme karşı Polonya milliyetçisi ve muhafazakâr değerleri ön plana çıkaran bir yaklaşım ortaya koyduğu yönündedir.

Anahtar kelimeler: Andrzej Wajda, Polonya sineması, Milliyetçilik, Muhafazakârlık, Aydınlanma değerleri.